Derviş zikir ehlidir. Bütün uzuvlarıyla olduğu gibi diliyle de sürekli Mevlâ’sını zikreder. Zihni ve kalbi her daim Allah Tealâ ile meşguldür çünkü. Dervişin bu hali kalp ile dil beraberliğine çok bariz bir misal olduğu için, “insanın gönlünde ne varsa, kalbi ve zihni ne ile meşgulse diline de onun aksedeceği” hakikatini ifade maksadıyla, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” denilmiştir.
Bu sözde hususen dile yansıması mevzu edilse de asıl zikir kalptedir, kalp iledir. Kişi Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını sadece dil ile söylerse zikretmiş olmaz. Söz, Allah Tealâ’nın varlığını sürekli hatırlamakla, O’ndan gafil olmamakla, kalbi muhabbetullah ile doldurmakla kazanılan bir şuur halinin tezahürü ise eğer, zikirdir. Meselenin bu tarafı ayrı bir bahis. Biz dildeki zikri sahih kılan şuur halinin “fikir” diye nitelendirilmesini ve birbirinin aynı gibi görünen “kalbî zikir” ile “fikir” arasındaki yakın alakayı ele almak niyetindeyiz. Zira bugün müslümanlar dahi fikrin “tefekkürle husule gelen bir manevi derinlik” olduğunu unutmuş görünüyor.
Fikir nedir?
Tefekkür ve fikir kelimeleri, başaktaki olgunlaşmış buğday tanesi gibi şeyleri “kabuğu özünden ayrılsın diye el ile ovmak” manasına bir kelimeden türetilmiş. Nitekim bir akletme, düşünme yahut idrak faaliyeti olan tefekkür, “bir şeyin zâhirinden bâtınına, alametinden hakikatine ulaşmak; eserde müessiri görmek” demektir. Fikir ise böyle bir idrak faaliyetinin meyvesi olup bir icat değil, hakikate dair bir keşiftir.
Gerçi her düşünme faaliyetine “tefekkür”, her zihnî işlemin neticesine “fikir” demek yaygın bir adet olmuşsa da, bütün bunları ulemanın nafile ibadet saydığı tefekküre dahil etmek mümkün değildir. Nafile ibadet hükmündeki tefekkür, Kur’an ayetleri gibi kevnî ayetleri de mütalaa ederek, yani insanın kendisini, hayatı, kâinatı ve hadiseleri doğru okuyarak, Yaradan’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine dair bir marifete ulaşmasıdır. Zikir halinin kazanılması ve devamlılığı bu tefekkür yahut derinlikle mümkündür.
Müslümana mahsus bir “akletme” faaliyeti olan böyle bir tefekkürün sıhhati, “ilm”e, yani Kur’an ve Sünnet’in bildirdiklerine dayanmasına, vahyi esas almasına bağlıdır. “İlim sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz” kelam-ı kibarını bu çerçevede anlamak gerekir. Dolayısıyla imanı tahkime yaramayan, tamamen dünya maslahatına dönük hesaplamalar yanında, beşer aklını vahye tercih eden felsefî düşünme biçimleri tefekkür sayılmaz. Vahyi yok farz edip sadece beşer mantığının ölçülerine göre işlem yapmayı esas alan felsefî düşünme tarzıyla varılan sonuçlar da “fikir” değil, “zann”dır bu yüzden.
Zan başka fikir başka
Modernizm bizim de kafamızı karıştırdı, zihnimizi bulandırdı. Değişmeyen mutlak hakikatin zâhire yansıyan bir veçhesini, bir hikmetini keşfen tanımanın tefekkür boyutunu, “mistik bir yöneliş” yaftasıyla, sanki bir düşünme ameliyesi değilmiş gibi küçümser olduk. Düşünmeyi, varlığın zâhiri üzerinde kafa yormaktan, zihnen kesretle oyalanmaktan ibaret görenlerimizin sayısı hayli fazla. Fikir deyince çoğumuzun aklına cerbeze eseri orijinal zanlar, bir mesele hakkında serdedilen şahsî görüşler geliyor yalnızca.
Tasavvuf ehlinin hesabî değil hasbî tavırlarına, temkinine, hakikat üzerindeki sebatına bakıp onların zihnî bir zafiyet içinde olduğuna hükmedenler var. Dervişlerin “zannın çoğundan sakınması”nı bazıları “fikirsizlik” gibi anlıyor. Halbuki ümmetin son büyük medeniyetini Osmanlı coğrafyasında dervişler inşa eylemiş, bu şerefli inşanın taşları altı asır sonra, şimdilerde fikir sanılan zanlarla sökülüp atılmıştı.
Kendi medeniyetimizi yeniden inşa ederek aziz-i vakt olmak istiyorsak eğer, dervişlerin zikrullahı sürekli kılan fikrine rağbet gerekiyor. Zira hayatı da gönülleri de imar eden, kuru aklın zanniyatı değil, zikirle kuşanılan bir şuur yahut uyanıklık halidir. Zikrin sıhhati ve sürekliliği ise madem ancak nafile ibadet hükmündeki tefekkürle husule gelen dervişlere mahsus bir fikirle mümkün olmaktadır, o fikri bulmak, tanımak ve sahiplenmek boynumuzun borcudur.
Teorik bir fantezi değil
Fikir, mevcut bilgi, varlık veya veriler üzerinde tefekkür edilerek ulaşılan yeni bir bilgidir. Çıkış noktasındaki bilgi veya veriler “ilim”den ise eğer, kişinin bunlarla ulaşacağı yeni bilgi, hakikate dair bir keşiften ibaret olacaktır. Nafile ibadet sayılan tefekkürde zihnin mahluktan Hâlık’a intikali esas olduğundan elde edilen bu keşif, bilgi yahut fikir, ilme değil marifete dahildir. Bir hakikat zatıyla idrak edilirse bu idrake “ilim”, alametinden hareketle tanınırsa “marifet” denir. Nitekim ancak tasavvur edilebilen, yani zihinde suretinin belirmesi mümkün varlıklar üzerinde tefekkür olur. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın zatını değil, nimetlerini tefekkür edin.” buyurulmuştur. Hülasa fikir, mutlak hakikatin fark edilmesini, o hakikate yaklaşıp yakınlaşmayı sağlayan keşfî bir bilgidir.
Dervişin fikri, her yerde ve her şeyde Allah Tealâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve kemâline vukufiyeti sağlayan bir izi, bir alameti fark etmekle hasıl olur. Basiretle bakıp gördüğü için ona her şey Allah’ı hatırlatır. Zikir, fikrin, yani basiretle bakıp görmenin, fark eylemenin iktizasıdır. Bu demektir ki dervişin fikri teorik bir tespitten, spekülatif bir söylemden ibaret değildir. Bir hatt u hareket belirleyerek mutlaka amel halinde tezahür eder. Zira hakikati idrak, o hakikate uygun bir tavır almayı gerektirir. Ve o tavır, dünya hayatının her alanında sergilenmek durumundadır ki bu keyfiyet dervişin fikrinin dünya hayatından kopuk, zihin jimnastiği kabilinden bir faraziye olmadığını da gösterir.
Fikrin halleri
Dervişin fikri zikrine, zikri ise her an ve her yerde kendisini görüp gözeten, sürekli huzurunda bulunduğu Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun tutum belirlemesine vesiledir. Böyle olduğu içindir ki birçok kelimeye, tefekkürle kazanılan dervişlik hallerinden ilhamla yeni manalar yüklenmiştir.
Derviş “düşünceli”dir mesela. Hem tefekküründeki devamlılık, hem davranışlarındaki incelik ve nezaket manasıyla düşüncelidir. Dervişin fikri yahut farkındalığı, bütün mahlukata şefkat ve rikkatle yaklaşmasını gerektirmiş, “düşünceli” kelimesine “kibar ve anlayışlı” manasını bu yaklaşım kazandırmıştır.
Derviş marifet sahibidir. O’nun marifeti fikrinin mahiyetiyle olduğu kadar zikirle kazanılan şuur halinin ona her işini güzel, ölçülü ve itinalı bir şekilde yaptırmasıyla da alakalıdır. Zira ancak her an ve her yerde Allah Tealâ’nın huzurunda olduklarını fark edenler güzel, faydalı ve marifet eseri ustalıklı işlere imza atarlar.
Ve nihayet derviş hüzünlüdür. Çünkü fikirle Cenab-ı Hakk’ın varlığına vâkıf oldukça O’ndan ayrı olduğuna da vâkıf olmaktadır. Özün, kabuğun içindeki tanenin varlığını anlamıştır anlamasına ama kabuk hâlâ bir engel olarak kendisiyle hakikatin arasında durmaktadır. Fikir, bir yönüyle firakı fark etmektir yani. İşte bu yüzden fikir kelimesinin çoğulu “efkâr”, dervişin hüznüne isim olmuştur aynı zamanda.
Yâ Hû: Dervişin Zikri Ne İse Fikri De O Olmalı
“…وَ رَجُلٌ ذَكَرَ اَلَلَهَ خَاِلىاً فَفَاضَتْ عَىْنَاهُ”
“…Tenhada Allah’ı zikredip gözyaşı döken kişi.”
“İman edenlerin, Allah’ı zikretmesi ve O’ndan inen hak sebebiyle kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi?” (57/Hadîd 16)
Zikir; darlıkta bollukta, hazarda seferde, gizlide açıkta, gece gündüz her daim O’nu hatırlamak ve hatırlatmaktır. “Ya Rabb”(8/Enfâl 45; 63/Münâfikûn 9; 33/ Ahzâb 41–42)
Zikir, uyanıklıktır; nisyan ve gaflete düşmeden. “Ya Hayy” (7/A’râf 205; 20/Tâhâ 115)
Zikir, arka plandaki hikmeti görmektir. “Ya Hakîm”(7/A’râf 57)
Zikir,“kâlû belâ”da verilen sözü hatırlayarak özüne dönmektir. “Ya Hâdî”(7/A’râf 172)
Zikir, Rabbimizin âyetlerine kör ve sağır olmamak için günde beş defa O’nunla hasbihâl etmektir. “Ya Allah” (2/Bakara 198)
Zikir, Rabbimizin hayatın merkezinde olduğunu hatırlayarak O’na kul olmaktır. “Lâ ilâhe illallah” (23/Mü’minûn 110)
Zikir, tabiattaki tesbihe iştiraktir. “Subhânallah” (17/İsrâ 44)
Zikir, yüz yıl önce nerede olduğunu düşünerek haddini bilmektir. “Ya Evvel, Ya Muhyî” (19/ Meryem 67; 76/İnsan 1)
Zikir, yüz yıl sonra dünyada olmayacağını fark edip O’nun, her şeyi gördüğü ve hesap soracağı bilinciyle yaşamaktır. “Ya Mumît, Ya Âhir” (10/Yûnus 7–8)
Zikir, dünyaya imtihan için gönderildiğini hatırlayıp görevlerini hakkıyla ifa etmektir. “Ya Allah” (76/ İnsan 2)
Zikir, sahibi olduğu zannedilen her şeyin, emanet verildiğini bilerek acziyetinin farkına varmaktır. “Allahu ekber”(35 Fâtır 13)
Zikir, kanmamaktır; “sağlam kulp”a yapışmazsak şeytanın her an aldatabileceğinin bilincinde olmaktır. “Ya Müntekim” (7/A’râf 200–201)
Zikir, Allah’ı razı etmek için yapılan her türlü fiildir. “Ya Berr” (2/ Bakara 207)
Zikir, âhirette unutulanlardan olmamak için kalbinde, aklında, dilinde, hareketlerinde sadece O’nun olmasıdır; O’nun için yaşamaktır. “Ya Kayyûm” (9/Tevbe 67)
Zikir, her şeyin O’nu hatırlatmasıdır. “Ya Zâhir”(16/ Nahl 48)
Zikir, verilen nimetlere edilen şükürdür. “Elhamdulillah” (3/ Âl-i İmrân 103)
Zikir, çoğaltma yarışının bizi oyalamamasıdır. “Ya Mâlikü’l Mülk” (102/ Tekâsür 1)
Zikir, dost ve düşmanın kim olduğunun bilincine varmaktır. “Ya Mü’min, Ya Selâm” (43/Zuhruf 36–38)
Zikir, düşmana karşı en etkili silahtır. “Ya Kahhâr” (17/ İsrâ 47; 8/Enfâl 45)
Zikir, işlenen günahlar için edilen tevbedir. “Estağfirullah” (18/Kehf 24)
Zikir, O’nun sevgisini hissedip karşılık vermektir.“Ya Vedûd”(3/Âl-i İmrân 31)
Zikir, önceki peygamberleri ve kavimlerini anmak ve buna göre ayağını denk almaktır. (19 /Meryem 16, 41, 51, 54, 56; 2/Bakara 40)
İşte bu sebeple zikir, en büyük ibadettir: “…Allah’ı zikir, elbette ibadetlerin en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (29/Ankebût 45)
“Zikr” kelimesi ve türevleri (mezkûr, zikrâ, tezekkür, tezkira, zekera…) Kur’ân-ı Kerim’de 292 yerde geçer. İslâmî kavramlardan, anlamı en çok daraltılanlardan biri de “zikir”dir. Zira bu kavram çok geniş bir anlama ve muhtevaya sahip olduğu halde, neredeyse tek anlama indirgenmiştir. “Zikr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 30′un üstünde farklı anlamda kullanılmaktadır: zikretmek, söylemek, bahsetmek, konuşmak, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt almak, gereğini yapmakla birlikte hatıra getirmek, kadrini bilmek, tefekkürle birlikte hatıra getirmek, mükâfatlandırmak, övmek, şükrünü eda etmek, tekbir getirmek, telbiye, dua ve yakarış, söz, laf, kıssa, haber, Kitap, Kitap indirme, Kur’ân, Kur’ân dışında ilâhî kitaplar, Peygamber, şan, şeref, şeref verici husus, nasihat ve düşünceye sevk eden husus, düşünce, ikaz ve nasihat, delil, ibrete sevk eden vaaz ve öğüt… [1]
Rabbimiz, Kamer sûresinde şu ifadeyi dört defa tekrar etmiştir: “Biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık. (Ondan) Öğüt alan yok mu?” (54/Kalem 17, 22, 32, 40) Bu durumda, vahyi hayatımızın merkezine aldığımız ölçüde zikretmiş oluruz. Peki, Kur’ân-ı Kerim bize neyi hatırlatır? Allah’tan başka ilah olmadığını, O’nun boyasına boyanmak ve sabah akşam, günün her saatinde, her durumda O’nu zikretmek gerektiğini hatırlatır: “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken, Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve derler ki ): ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.” (3/Âl-i İmrân 191)
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, O’nu sabah akşam (sürekli) tesbih edin.” (33/Ahzâb 41–42)
Ne alışveriş ne de ticaretin bizi zikirden alıkoymaması gerektiğini hatırlatır: “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (24/Nûr 37)
Günahımızda ısrar etmeyip hemen Allah’ı hatırlamamız istenir: “Onlar, bir kötülük yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı zikredip/hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.” (3/Âl-i İmrân, 135)
Sadece sıkıntılı anlarımızda değil afiyette olduğumuz zaman da O’na yönelmemiz gerektiği hatırlatılır:
“İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi.” (10/ Yûnus 12)
Malik olduğumuzu zannettiğimiz nimetleri sayarak bunları ikram edene şükretmemiz gerektiği belirtilir:
“Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!” (35/Fâtır 3)
Bir düşünelim! Yüz yıl önce neredeydik? Bizi Rabbimizden gayrı bilen var mıydı? Bu durumda şu an, kim ve nerede olduğumuzu, burada niçin bulunduğumuzu tefekkür edersek zikretmekten kendimizi alıkoyamayız. “ İnsanın üzerinden, bahse değer bir şey haline gelmesine kadar uzun bir süre geçmedi mi?” (76/İnsan 1)
Fakat insan bu…“Andolsun Biz, daha önce Âdem’e ahit vermiştik. Ne var ki o, unuttu. Onda azim de bulamadık.” (20/Tâhâ 115) “Hâfıza-i beşer, nisyân ile ma’lûldür.” Nisyan, bir şeyi belli bir kasıt olmaksızın bilmeyerek unutmaktır. Yine unutma anlamına gelen gaflet ise büyüklük taslayıp gerçeğe bile bile sırtını dönmek ve ona karşı kulağı, gözü, anlayışı kapalı tutmaktır. Gafil, fıtratıyla çeliştiği için asla huzur bulamayacaktır. Çünkü “İyi bilin ki kalpler, ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur, huzur bulur.” (13/Ra’d 28) Zira o, ölümlü olduğundan ve yaptıklarının hesabını vereceğinden, (30/Rûm 7) “kâlû belâ”da verdiği sözden (57/Hadid , Allah’ın âyetlerinden (7/A’râf 146) ve kendi acziyetinden gafildir. Bu gafleti sadece zihinde olmaz. Tüm hayatına sirayet eder. Ve kişiyi inkâra götürür: “…Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar gafil olanların ta kendileridir.” (7/A’râf 179)
İşte bu sebeple Peygamberimiz zikirde hayat olduğunu ifade eder: “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidir.”[2]
Kur’ân-ı Kerim’de “zikir” ve “namaz” kelimelerinin birbirlerinin yerine kullanıldığını görüyoruz. Çünkü namaz, nisyan ile ma’lûl olan kula günde beş defa Rabbini hatırlatacaktır: “Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için namazı dosdoğru kıl.” (20/Tâhâ 14) Aslında Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın razı olacağı her fiil, zikir kapsamında değerlendirilir. Mesela aynı hatırlatmayı yaptığı için oruç ve hac ibadetleri de birer zikirdir: “(Hac zamanı) O sayılı günlerde Allah’ı zikredin (hatırlayın) …” (2/Bakara 203)
Bir insan, Allah sevgisinden söz ediyorsa O’nu unutması da düşünülemez. Nitekim “seven” sevdiğini aklından, gönlünden çıkaramaz; nereye gitse, ne yapsa bu sevgiyi oraya taşır. O’nun haliyle halleşir. Kalbinde, aklında, dilinde hatta gözünün önünde hep O vardır. Ona her şey O’nu hatırlatır. Hep O’nu görmek, O’nunla konuşmak ve O’nu memnun etmek ister. Hep O… Sadece O…
Siyeri Nebi’yi incelediğimizde görürüz ki Allah Resûlü’nün, sevdiğini anmadığı bir an bile yoktur. Bunu bize eşi Hz.Âişe haber veriyor: “Peygamber (sas) her anında Allah’ı zikrederdi.” [3]
Resûlullah (sas) Rabbini zikretmek, O’na hamd etmek ve etrafındakilere O’ndan bahsetmek için, en ufak bir işi, bir değişikliği fırsat biliyordu. Elbisesini giyerken, bineğe binerken, bir yokuş inerken veya tırmanırken, yolda bir değişiklik olunca, enteresan bir durum karşısında, yatağa yatarken, uykudan kalkarken, tuvalete veya banyoya girerken ve çıkarken, evden dışarıya adım atarken… Her durum karşısında zikir O’nun dilinde, gönlünde ve zihninde idi. Bütün bu durumlarda hamd ettiğini, tesbih ve tekbir ile Allah’ın ismini andığını hadis kitapları zikreder. Nimet görür, Allah’a şükreder, yemeğe başlarken besmele ile zikreder, yemek esnasında Allah’ın nimetlerini tefekkür eder ve insanlara Allah’ı hatırlatır, bunu tavsiye eder; sonunda mutlaka Allah’a hamd ü senâda bulunur, şükrederdi. Allah ile bağını bir an bile koparmadan her çeşit dünyevî zorluk ve kolaylık karşısında O’na yöneliyor, dua ediyor, sabrediyor, şükrediyor. Böylece Allah ile bağını tazeliyor, zikrin tüm çeşit ve kapsamıyla O’nu anıyordu.[4]
Resûlullah, rutin hayatında Rabbini zikrettiği gibi savaştığında, zafer elde ettiğinde, taşlandığında Rabbini her daim hatırlardı. Mekke’ye “fatih” olarak girerken tevazu ile başını eğmiş, bu zaferin Allah’ın yardımıyla olduğunu unutmamak için sürekli âyet okuyup dua ederek Rabbini hatırlamış ve hatırlatmıştır. Diğer taraftan Mekke’de ambargo altındayken, Taif’ten kovulurken, düşman karşısında savaşırken yine aynı haldedir Resûl.
Allah Teâlâ, “unutma” zaafıyla yaratılan insana, Kitâbı’ndaki âyetlerin yanı sıra kevnî âyetlerle de hakikati hatırlatmak istemiştir. Güneş, ay, gece, gündüz, dağlar, bitkiler, hayvanlar, yağmur, bulutlar… Mümin kul, bunları temaşa edip tefekkür ettikçe tezekkür eder ve imanı daha da bir kök salar. Tabiattaki bu tesbihe o da katılır: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes (her şey) O’nu tesbih eder. O’nu hamd/övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız.” (17/İsrâ 44)
Zikretmeyenlerin başına gelen ise korkunç! Gafletleri ölüm ile son bulacak fakat âhiretteki zikri, kula hiçbir fayda vermeyecektir:
“Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin hidayette olduklarını zannederler. O şeytanın dostu olan kimse, en sonunda Bize gelince arkadaşına: ‘Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın!’ der.” (43/Zuhruf 36–38)
Zikirden yüz çevirenler nasıl Allah’ı unuttularsa Allah da onları unutacak: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu!” (9/Tevbe 67)
Onlar, kıyamet günü kör olarak haşredilecek (20/Tâhâ 124); ağır bir azaba sokulacak (72/Cinn 17). Çünkü onların kalplerinde anlamalarına engel olan ağırlık vardır. (18/Kehf 57) Allah’ın adının anıldığı en değerli yerler olan mescitlerde zikre engel olanlar ise zalimlerin ta kendileridir:
“Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!” (2/Bakara 114)
Müminlere düşen ise onlara aldırmadan yola devam etmektir: “Onun için sen, bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme.” (53/Necm 29)
Allah Teâlâ, Peygamberimize Hz.Meryem’i, İbrâhim’i, Mûsâ’yı, İsmail’i, İdris(as)’i (19/Meryem 16, 41, 51, 54, 56) Hz.Dâvud’u, Eyyûb’u, İshak’ı, Yakub’u, Elyesâ’yı, Zülkifl’i (38/Sâd 17, 41, 45, 48) anmasını ve bu zikreden kullarını müminlere hatırlatmasını istiyor. Diğer taraftan da Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size vaat ettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun.” (2/Bakara 40) diyerek belki de zikretmemekte direnenlerin sonunun, İsrailoğulları gibi zillet içerisinde bir hayat sürmek olduğunu göstermek istiyor. Öyleyse:
“Rabbini içinden, yalvararak ve O’ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Gafillerden olma.” (7/A’râf 205)
Zikretmek… Zikredilmek için: “Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın nankörlük yapmayın!” (2/Bakara 152)
Unutulmamak Temennisiyle…
Hatice TURAN
[1]- Mahmut Çanga, Kur’ân-ı Kerim Lügati, 193–195.
[2]- Buhârî, Deavât, 67.
[3]- Müslim, Hayz 117.
[4] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri, “Zikir” kavramı.